RADYOOVACİK
  Yakin Tarihimiz OLayLar
 

12 EYLÜL ile neler yaşandı? -3- 12 Eylül`ün kökü dışarıdadır



Prof. Dr. Alparslan Işıklı 12 Eylül`ün kökü dışarda bir hareket olduğunu ve yarattığı tahribatların da hala sürdüğünü vurguluyor

12
EYLÜL ile neler yaşandı? -3-    12 Eylül`ün kökü dışarıdadır HAZIRLAYAN: Fatih Polat Sunu Prof. Dr. Alparslan Işıklı, 12 Eylül müdahalesinin ardından, önce gözaltına alınan daha sonra da görevden alınan bir bilim insanı olarak, 12 Eylül`ün yarattığı tahribatı hem birebir yaşamış, hem de çok yakından gözlemlemiş bir isim. 12 Eylül`ün hem uluslararası bağlamına işaret ediyor, hem de içeride yarattığı etkilere dikkat çekiyor. Yazar Adnan Özyalçıner ve Evrensel Kürltür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Aydın Çubukçu ise, 12 Eylül`ün kültürel yaşamımız üzerindeki tahbiratlarına dikkat çektiler. Yarın ise, Doç. Dr. Yüksel Akkaya 12 Eylül`ün sendikal mücadele ve işçi hareketi üzerindeki etkilerini anlatıyor. Prof. Dr. Alparslan Işıklı 12 Eylül`ün kökü dışarda bir hareket olduğunu ve yarattığı tahribatların da hala sürdüğünü vurguluyor. Işıklı `Dışarıdan dayatılan neoliberal modelin gereği olarak, bilimin metalaşması, üniversitelerin ticarileştirilmesi, öğrencinin müşteri konumuna indirgenmesi yolundaki dönüşümler, tamamen 12 Eylül`ün getirdiği koşulların ürünü` diyor. -Siz 12 Eylül`ün üniversite üzerindeki sonuçlarını kişisel olarak da yaşamış birisiniz. Oradan başlarsak, askeri müdahalenin ardından görevden alınma sürecinizi ve bu süreçte neler hissettiğinizi anlatabilir misiniz? -Herhalde 12 Eylül`ün özellikle hedef aldığı insanlardan biriyim. 12 Eylül müdahalesinin ardından görevden alınmadan önce, 1981 Nisan`ında gözaltına alındım. 12 Eylül`ün gerçek yüzünü görmemi kolaylaştıran sayısız gözlemlerim oldu. Daha sonra 1983`te görevden alındım. Bu olayları ve bana düşündürttüklerini `Gün Doğmadan` isimli kitabımda anlatmış bulunuyorum. Burada kısaca şunu söyleyebilirim. 12 Eylül, asla Türkiyeli bir hareket değildir. Kökü dışardadır. 70`li yıllardan itibaren tırmanışa geçen neoliberal küreselleşmenin, bir başka deyişle 19. yüzyıl vahşi kapitalizmini yeniden ve dünya çapında diriltmenin, ülkemizdeki gereklerini yerine getirmek amacıyla gerçekleştirilmiş adımların herhalde en belirleyici olanıdır. 12 Eylül`ün faturasının kendi değerlerimize, örneğin Atatürk`e çıkartılması vahim bir hata oluşturmuştur. Atatürk, emperyalizme karşı mazlumların mücadele ateşini ilk defa tutuşturmuş olan bir önderdir. 12 Eylülcüler ise mazlumların sırtına deli gömleği gibi giydirilmek istenen bir ekonomik modelin ülkemizdeki uygulaması açısından gerekli ortamı sağlama misyonunu yerine getirmişlerdir. Latin Amerika`da örnekleri görülmüş olan Pinochet türü bir hareket gerçekleştirmişlerdir. 12 Eylül`ün amacı terörü önlemek değildir. Ancak, terör, çok işe yarayan bir bahane oluşturmuştur. Nitekim, 12 Eylül`ün sorumluları, terör yeterli bir bahane oluşturacak boyuta erişinceye kadar ellerinde yetki olduğu halde beklemişlerdir. Sonra 12 Eylül olunca, terör bir anda kesilmiştir. Çünkü işlevini tamamlamıştır. - 12 Eylül`ün üniversite üzerinde sizce genel olarak ne gibi etkileri oldu? -12 Eylül`ün ayrılmaz parçası olan tasfiyeler, baskı ve terör, yalnızca görevlerine son verilenler üzerinde değil, belki de ondan çok daha fazla kalanlar üzerinde kalıcı olumsuz etkiler bırakmıştır. Atatürk döneminde ve 27 Mayıs`ta biçimlenmiş olan, kendine güvenen, yurt sorunları konusunda duyarlı bir kişilik yapısına sahip gençlerin yerine, duyarsız ve sindirilmiş bir gençlik yaratılmak istenmiştir. Daha sonra, dışarıdan dayatılan neoliberal modelin gereği olarak, bilimin metalaşması, üniversitelerin ticarileştirilmesi, öğrencinin müşteri konumuna indirgenmesi yolundaki dönüşümler, tamamen 12 Eylül`ün getirdiği koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Vakıf üniversiteleri adı altında türetilen özel üniversiteler, kimilerince baskıcı devletten kurtulmanın bir yolu olarak gösterilmek istenmekte. Oysa devletin baskıcı olmasının asıl nedeni, bugün artık küreselleşmiş bulunan sermayenin çarpıtıcı etkileridir. Bu gizleniyor ve yağmurdan kaçarken denize düşmek gibi bir sonuç doğuyor. - 12 Eylül`ün üniversiteler üzerinde tahribatı, bugünden geriye bakıldığında ne düzeyde aşıldı sizce? Tahribat, bazen biçim değiştirerek sürmekte. Devletin küçültülmesi adı altında, devletin halktan yana ve sosyal adaleti sağlayıcı yöndeki kurumları ve politikaları tahrip edilirken, üniversiteler de bu gidişten payını almakta. Cumhuriyetin olabildiğince parasız, eşitlikçi eğitim sistemine tümüyle son verilmek isteniyor. Kamu üniversiteleri akıl almaz bir mali darboğaza sürüklenmekte. Bir yanda, yoksulların çocukları, imam hatip okullarında, manasını anlamadıkları metinleri ezberlemeye zorlanarak din eğitimi görüntüsündeki bir beyinsel taarruzun hedefi yapılmakta; diğer yandan da ayrıcalıklı bir kesimin çocukları, geniş ölçüde devletin sağladığı olanaklarla kurulmuş olan özel okullarda küresel imparatorluğun emellerine uygun bir donanıma mahkum edilmektedirler. Sermayenin denetimindeki bir üniversitenin, halkın ve ülkenin yararını ve bilimin önceliklerini gözetebilmesini beklemek ne kadar mümkündür? Kuşkusuz, yurtsever ve bilimselliğe değer veren sermayedarlar da olabilir. Ama onların bu kişisel özelliği, piyasa ve rekabet kuralları gereği, er veya geç, tekelci küresel sermayenin egemenliğinin kurulmasına engel olamaz. Nitekim, özelleşmeyle birlikte, üniversitelerin kendi kendilerini yöneten kurumlar olmaktan çıktıkları ve Soros gibi uluslararası spekülatörlerin denetimine girmeye başladıkları, giderek gizlenemez olmaktadır. -Askeri müdahalenin üniversitelere etkisi tartışıldığında en başta eleştirilen kurum YÖK. YÖK`ün yönetimine seçilmiş olan bir bilim insanı olarak, bu açıdan ne gibi bir sürecin işlediğini düşünüyorsunuz? - Bu soruyu sorduğunuz için özellikle teşekkür ederim. Bu vesileyle asıl sormak istediğinizi yanıtlamak isterim. Toplumsal muhalefet safında yer alan insanların, devlet ve devlet kurumları karşısındaki tavırları başlıca iki kategoriye ayrılabilir. Kimileri, devleti, kaçınılmaz olarak ve her durumda mevcut egemen güçlerin elinde bir araç olarak görürler ve devlet kurumları içinde yer almaktan ve sorumluluk taşımaktan kaçınırlar ve devletin nitelik değiştirmesi gibi bir sorunları ve umutları yoktur. Bu nedenledir ki devletin acilen ortadan kalkmasından yanadırlar. Tarihsel olarak anarşistler bu safta yer almışlardır. Başka bazıları ise devleti toplumsal mücadele alanlarından birisi olarak görürler ve devletin daha demokratik, daha sosyal adaletçi ve daha halktan yana olması için mücadele ederler ve bu amaçla, gerekirse ve herhangi bir taviz karşılığı olmaksızın devlet kurumları içinde yetki ve sorumluluk almaktan kaçınmazlar. Benim hangi kategoriye dahil olduğumu açıklamaya gerek olmasa gerek. Benim niçin YÖK`te görev aldığımı merak edenlerin, YÖK üyesi olarak ne yaptığımı da bilmeleri gerekir. Bazı öğretim üyelerinin ve hatta rektörlerin hukuk dışı muameleye uğramalarına veya yüksek öğrenimin özelleştirilmesine karşı vs. karınca kararınca verdiğim mücadeleden her zaman sonuç sağlanması mümkün olmamışsa da bunların kendi çapında gerekli ve yararlı birer hizmet oluşturduğuna inanıyorum. 12 EYLÜL VE KÜLTÜR Evrensel Kültür Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Aydın Çubukçu: `12 Eylül rejiminin önde gelen kültürel hedefi, devletin kuşattığı alanlar dışında politika yapılmasının engellenmesi ve bunun tamamlayıcısı olarak da, halkın politikadan soğutulması, genel olarak yönetim ilişkilerine karşı ilgisizleştirilmesi idi.` 12 Eylül`ün yönetimi, kendisini `Milli Güvenlik Konseyi` olarak adlandırmıştı. 12 Eylül rejimi tarafından kültür kavramı `Milli Güvenlik` kavramına dolaysız bir etkinlik konusu olarak bağlanmıştır. Kültürel hayatla ilgili başlıca devlet kurumları, Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TRT, Devlet Tiyatroları, yeni oluşturulan Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve YÖK, rejimin temel ideolojik ve politik ihtiyaçlarına ve Milli Güvenlik Politikasının Esasları`na uygun olarak elden geçirilmiştir. 12 Eylül rejiminin önde gelen kültürel hedefi, devletin kuşattığı alanlar dışında politika yapılmasının engellenmesi ve bunun tamamlayıcısı olarak da, halkın politikadan soğutulması, genel olarak yönetim ilişkilerine karşı ilgisizleştirilmesi idi. Bu hedef, halkın kendi gücüne güveninin kırılması, yarına inancının yok edilmesi, değişim-gelişme-ilerleme kavramlarının silinmesi gibi ideolojik araçlarla beslendi. Darvinci evrim teorisine karşı başlatılan kampanya, cahilliğe övgü, dinsel propaganda ve örgütlenmelere yol açılması, bunun örnekleridir. 12 Eylül rejimi, üniversiteleri toplumsal muhalefet odakları olarak görmüş, bu işleve son vermek için üniversitelerin siyaset ve toplum ilişkilerinden tümüyle yalıtılması yolunda yönetsel önlemler almıştır. Öğrencinin hangi ilkelerle eğitimden geçirileceği, öğretim standartlarının neye göre belirleneceği, `milli güvenlik` kavramı açısından tanımlanmıştır. Aynı `ilkeler` öğretim üyeleri için de geçerli kılınmıştır. 12 Eylül`ün kültürel hayat üzerindeki karanlık gölgesi, 1990 yılında başlayan işçi ve kamu emekçisi eylemlerinin açtığı yeni toplumsal uyanış dönemi içinde kırılmaya başlamıştır. Fakat, özellikle önemli bir aydın kesimi üzerinde, özellikle `gelecek duygusunun yitimi` olarak özetleyebileceğimiz etkisi sürmektedir. Bunun nedeni, bu aydınlarla halk hareketi arasındaki ilişkinin siyasal ve örgütsel düzeyde kurulamamış olmasıdır. Yazko boş durmadı Yazar Adnan Özyalçıner, 12 Eylül`ün kültürel hayat üzerindeki tahribatını anlatırken, ona karşı gelişen Yazko gibi direniş ögelerini de anlatıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası`nın kuruluşunun temel bir amacı vardı, düşünce ve anlatım özgürlüğünü savunmak, bu konuda yapılacak her türlü baskıya karşı çıkarak savaşım vermek. Şu bilinen bir gerçektir: Düşünce ve anlatım özgürlüklerinin olmadığı ülkelerde temel insan hak ve özgürlüklerinden de söz edilemez. 12 Eylülcüler bunun bilincindeydi. Temel hak ve özgürlükleri askıya almanın yolunun düşünce, sanat adamlarını, aydınları susturmaktan geçtiğini biliyorlardı. 80 darbesi, ilk satırı Yazko Edebiyat`ın 1. sayısına attı. Hem de sıcağı sıcağına. Darbeden bir buçuk ay sonra yayımlanan Yazko Edebiyat`ın ilk sayısı Kasım 1980`de toplatıldı. Yazar Atilla Tokatlı ile yazıişleri müdürü olarak ben sıkıyönetim mahkemesine verildik. İki yıl boyunca tutuksuz yargılandık. Hemen her ay duruşmalar için Selimiye`ye taşındık. Bu arada Yazko boş durmadı. Darbe, kültür sanat ortamını harekete geçirdi, hemen bütün yazarlar Yazarlar Kooperatifi`nde toplanmıştı.Yazko kitap yayınına başladı. Ardından Yazko Çeviri, Yazko Felsefe dergileri çıktı. Darbeye karşı kültürel, sanatsal açıdan direndi Yazko. Yazarlar daha çok satır aralarında muhalefetlerini gösterdi. O dönemde Yazko kitaplarının tirajı 5 bindi. Yazko Edebiyat`ın toplatılan ilk sayısı 12 bin basılmış ve tükenmişti. Daha sonra davaya konu olan bölüm çıkartılarak birinci sayının aynı tirajla ikinci baskısı yapıldı. Bu sanatsal ve kültürel açıdan direniş toplatmalar ve yargılamalara karşılık 12 Eylül günleri boyunca yürütüldü. Türkiye Yazarlar Sendikası`nın yöneticisi olarak 18 arkadaşımla birlikte yargılanışım daha sonradır. Darbenin başlarında sendika kapatılmamıştı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı`nca yalnızca faaliyeti durdurulmuştu. Dava iki yıl sonra açıldı. DİSK, İGD vb. gibi yasadışı örgütlerle (!) ilişki kurarak sendikayı illegale düşürmekten 18 yazar Selimiye`de Sıkıyönetim Mahkemesi`nde üç buçuk yıl yargılandık. Bana da yeniden her ay Selimiye`nin yollarını aşındırmak düştü. Yargılama sürerken de yazarlar boş durmamıştı bu kez `aydınlar bildirgesi` hazırlandı. İdamların durdurulması, sıkıyönetimin kaldırılması, askıya alınan insan hak ve özgürlüklerinin iadesi için. Bir de bu yüzden Selimiye`yi boyladık. Tutuklanmadım, hapis yatmadım ama 80 sonrası dört-beş yılım, düşüncesini özgürce söyleyememenin, satır aralarında belirtmeye çalışmanın sıkıntısı içinde mahkemeler gidip gelmekle geçti. Elbette benimkisi hapishanelerde, işkence evlerinde baskı altında tutulan yazarların, aydınların, gençlerin yanında önemsiz sayılır. Gene de özgürce üretip yaratamamanın baskısıyla hapisteki arkadaşlarımızın acılarını sırtımızda ağır bir yük olarak taşıdık. 12 Eylül, en büyük darbeyi kültür sanat ve düşünce ortamına indirdi. Sanatçıları, yazarları, aydınları hapishanelerde, işkence evlerinde baskı altında tutmakla kalmadı, kitap toplatmaları, oyun, film yasaklamalarıyla kültür ortamını çölleştirdi. Hele kitapların tümden imhası bu dönemin en büyük cinayetlerindendi. Üniversiteden uzaklaştırdığı bilim adamlarıyla özgürce bilimsel araştırma yapmanın bilim alanında ilerlemenin yollarını tıkadı. Bu dönemde silahla kitap suç ögesi olarak bir arada sunuldu. Bunun sonucu kitap suç öğesi olunca onun yaratıcısı yazar, aydın da suçluydu. İşte bu tutum sanat edebiyat alanında gitgide içe kapanık, insan, toplum, tarih ve mekandan soyutlanmış bir söylemi olan söylemsizliği, başka bir deyişle içeriksizliği getirdi. 1980`lere kadar biçimsel açıdan olduğu gibi düşünsel açıdan da edebiyatta insani toplumsal değerler önde geliyordu. 1980 sonrasında biçimsel değerler öne geçti. Düşünsel değerlerinse pek bir önemi kalmadı. Bugün, çoks(a)tarlarla edebiyatta bunun acısını çekiyoruz. 12 Eylül, kültürsüzleştirme, düşünceyi yozlaştırma planlarıyla en başta edebiyatla sanatın geleneksel, sanatsal ilerlemesini engelleyerek bir duraklama dönemi yarattı. Daha doğrusu edebiyatla sanatta bir gerilemeye neden oldu. Üniversitelerde bugün YÖK`le gelinen durum 12 Eylül`le bilimsel özgürlüğe, özgür yaratıma vurulan darbenin üniversitelere el koymanın sonucu değil midir? Bütün olumsuzluklarına karşılık 12 Eylül`ü sanat, edebiyat, kültür ve düşünce açısından toplumcu gerçekçi ya da çağcıl düşünceyle çağdaş, gerçekçi, insancıl bir edebiyatla sanatı yanı sıra düşünce özgürlüğüyle anlatım özgürlüğünü elde etme, insan hak ve özgürlüklerini kazanma savaşımını da bütünüyle engelleyebildiği söylenemez


 
        

 

 

 

myspace graphics

**** Ad: Yaoti ***




 
   
 
***

 

****
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol