RADYOOVACİK
  Dersim de Kis Manzaralari
 

DERSİM
 

DERSİM


 

DERSİM
Kış yazısı
 
Kapitalist toplumun ilk akla gelen özelliklerinden olan “tüketim toplumu”nun insan varoluşunu nasıl ve ne düzeyde etkisi altına aldığını, daha açık belirtmek gerekirse “talan” ettiğini düşünebiliyor musunuz hiç?
 
Egemen sistem, sadece kendi yarattığı davranış kalıpları ve yaşam alışkanlıkları çerçevesinde etkisi altına almıyor insanları, aynı zamanda ve beraberinde, adına vicdan ve ahlak dediğimiz, belki de insani varlığımızın “son kalesi” olan değer yargılarımızı da sinsice, içten içe ele geçiriyor, talan ediyor, tanınmaz hale getiriyor. Çok değer verdiğim bir arkadaşım, ne zaman yaşamın bunaltan sorunları karşısında kendimi naçar hissettiğimin ayrımına varsa, bana “yediğimiz bir lokma ekmek sonuçta” der. Bu ve benzer sözcükleri yaşamın kırk türlü halini yaşamış olmanın bilgeliğine sahip büyüklerimiz, yaşlılarımız da söylerler bize. Gerçek de bu değil midir?
 
Yediğimiz bir lokma ekmek sonuçta… Son zamanlarda bu söz beynimde çokca yankılanıyor. Bir tür “yaşlılık” belirtisi diyerek gülüp geçebilirsiniz tabii ki; ben ki, çok değil, birkaç sene öncesine kadar yaşamın başka ve “kapalı” mekanlarında geçirdiğim yıllardan sebep, şakayla karışık kendimi 18’inde filan sayardım. “Dışarısı”nın ne denli yorucu ve yıpratıcı olduğunu yeterince hesaba katmadığımı kabul etmek durumundayım…
 
Kuşkusuz “bir lokma ekmek” bir mecaz anlam içeriyor; hayatımızı istila etmiş kaygıların, hesapların, hırs ve ihtirasların göründüğü kadar “anlamlı” olmadıklarını anlatan bir basit ama derin cümle bu. Ve bu basit cümlenin derinliğinde aslında hayatı insani manada daha derinliğine hissederek yaşamak gerektiğini öğütleyen bir felsefe var. Bir an için, sadece bir an için kafamızı, beynimizi, yüreğimizi meşul eden sorunların bunaltıcı etkisinden sıyrılmayı becerebilirsek fark edebileceğimiz bir felsefedir bu. Sonuçta doğa yasaları herkes için, bütün canlılar için işlemeye devam ediyor; insani duyarlılık ve değerlere göre kendini var edebilmenin vicdanlarımızdaki karşılığı ile güdümlenmiş istek ve alışkanlıklarımızın bizi nereye sürüklediğinin muhasebesi arasındaki ayrım, bizim insani varoluşumuzun ölçü ve düzeyini açığa çıkartır. Bu muhasebeyi bazen, hatta sıklıkla yapmak gerek.
 
***
Munzur Barış ve Kültür Günleri vesilesiyle bu ara sıklıkla kışın da Dersim’e geldim. İdealize ediyor değilim; dejenerasyon, Dersim’in de düşündürücü boyutlarda yaşanan bir gerçeği. Ama etkinlikler vesilesiyle bana hakim olan duygu, buralarda her şey gerçek, sahici; ama öğütücü metropollerin karmaşasında her şey sahte ve içtenlikten uzak oldu. Kış da dahil. “Küresel ısınma”nın doğa üzerindeki tahribatları, kışın kışa yazın yaza benzediği zamanları, öyle görünüyor ki bir “nostalji” konusu haline getirecek. Ama ne üzel ki Dersim’de hala kar yağıyor, havalar soğuk, kar-kış yolları kapatıyor… Tabii ki bunlar, insanlarımızın gündelik yaşamlarını zora soktukları için “güzel” değil; ama doğanın kanunlarının işlemeye devam etmesi açısından bakmak lazım meseleye. Nitekim karın geç ve her senekinden az yağması, Dersim’de endişe ve tereddüt yaratmıştı, “ne oluyor bu havalara” diye.
 
Doğayla, onun zorluklarıyla beraber barışık yaşamak, Ovacık demektir biraz, Hozat, Mazgirt demektir… O üzelim doğanın kış zamanlarının da kendine özü bir üzelliği var. Ve güzellik, ancak ve sadece onunla birlik ve barışık yaşıyor olmanın izemine varmakla bulur anlamını.
 
***
Eski, teneke bir odun sobamız vardı, dışarıda kar-kış-kıyamet iken. Kar topu oynamaktan dönmüş olurduk ve sobamız nar gibi kızarmış olurdu. Sobanın kıyısında mayışmış halde yatan bir kedimiz, mindere kurulmuş ajans haberlerine kulak kabartan babamız, bizi doyurmak için yemek hazırlayan anamız… Sobamızın borusundan dumanlar tüterdi ve o zamanlar “soba borusundan tüten duman” nedeniyle henüz kimseler zehirlenip ölmezdi.
 
***
Zihnimdeki kış fotoğraflarından bir diğeri, mahpusluk zamanlarıma dairdir. Soğuk ve karın da dayatma ve baskıların bir aracı haline getirilmesini o zamanlarımda yaşadım. Tek tip elbise giymeyi kabul etmeyen bir avuç siyasi mahpu idik ve bizleri mahkemeye ötürürken ve mahkeme dönüşlerinde, normal koşullarda çıkarılmadığımız havalandırmada bekletirlerdi saatlerce. Kar yağardı üstümüze. Soğuktu. Üşürdük. İç çamaşırlarımız vardı sadece üzerimizde, yarı çıplaktık yani. Ama insan olmanın onuruydu savunduğumuz ve bizi tir tir titrerken ısıtan da buydu. “İçeride” hiçbir zaman ısınmadık, daha sonraki zamanlarda da. “Kaloriferler yanmıyor” hep bir sorundu. Sıcak, bir özlem konusuydu, başka birçok konuda olduğu gibi. Sıcak, hala bir özlem benim için. Ve sıcak, ancak yürek sıcaklığında buluyor anlam ve değerini; başka türlü sıcaklar değil özlediğim…
 
***
Munzur Barış ve Kültür Günleri adı altında bir kış etkinliği düzenlemiş olmak, yaşamımın beni ısıtan en güzel zamanlarından biri oldu. Bu etkinliğin planlandığı konuşmalarımızda söylediğim, kışın memleketimize gitmiş olmanın moral zenginliğini yaşamak gerek, öncelikle önemli olan bu. Bu, sadece insanlarımız açısından değil, ondan da önce, öncelikle bizim için gerekliydi, önemliydi. Değil miydi ki “Dersimli” olmak iddiasındaydık, Dersim’de kışın da süren bir hayat vardı. Gidip orada üşümeliydik, yollarda kalmalıydık, çığ tehlikesi yaşamalıydık. İnsanlığımızı bu vesileyle bir kez daha bilince çıkarmanın hazzına varmalıydık.
 
İnsanlarımız bizi bağırlarına bastı, teşekkürler etti, minnet duygularını dile getirdi alicenaplık gösterdi… Ama asıl minnet duyması gereken bizlerdik elbette; büyük şehirlerin karmaşasında, sahteliklerinde yitirdiğimiz değerleri bizlere anımsattığı, yaşattığı için… Ve bu duyguyu her nerede yaşıyorsak beraberimizde götürmemiz, taşımamız ve yaşatmamız gerektiğini bizlere bir kez daha hatırlattığı için. Çünkü o duygu, insanlığımızın özetidir. Anlayana…
Kış yazısı
 
Kapitalist toplumun ilk akla gelen özelliklerinden olan “tüketim toplumu”nun insan varoluşunu nasıl ve ne düzeyde etkisi altına aldığını, daha açık belirtmek gerekirse “talan” ettiğini düşünebiliyor musunuz hiç?
 
Egemen sistem, sadece kendi yarattığı davranış kalıpları ve yaşam alışkanlıkları çerçevesinde etkisi altına almıyor insanları, aynı zamanda ve beraberinde, adına vicdan ve ahlak dediğimiz, belki de insani varlığımızın “son kalesi” olan değer yargılarımızı da sinsice, içten içe ele geçiriyor, talan ediyor, tanınmaz hale getiriyor. Çok değer verdiğim bir arkadaşım, ne zaman yaşamın bunaltan sorunları karşısında kendimi naçar hissettiğimin ayrımına varsa, bana “yediğimiz bir lokma ekmek sonuçta” der. Bu ve benzer sözcükleri yaşamın kırk türlü halini yaşamış olmanın bilgeliğine sahip büyüklerimiz, yaşlılarımız da söylerler bize. Gerçek de bu değil midir?
 
Yediğimiz bir lokma ekmek sonuçta… Son zamanlarda bu söz beynimde çokca yankılanıyor. Bir tür “yaşlılık” belirtisi diyerek gülüp geçebilirsiniz tabii ki; ben ki, çok değil, birkaç sene öncesine kadar yaşamın başka ve “kapalı” mekanlarında geçirdiğim yıllardan sebep, şakayla karışık kendimi 18’inde filan sayardım. “Dışarısı”nın ne denli yorucu ve yıpratıcı olduğunu yeterince hesaba katmadığımı kabul etmek durumundayım…
 
Kuşkusuz “bir lokma ekmek” bir mecaz anlam içeriyor; hayatımızı istila etmiş kaygıların, hesapların, hırs ve ihtirasların göründüğü kadar “anlamlı” olmadıklarını anlatan bir basit ama derin cümle bu. Ve bu basit cümlenin derinliğinde aslında hayatı insani manada daha derinliğine hissederek yaşamak gerektiğini öğütleyen bir felsefe var. Bir an için, sadece bir an için kafamızı, beynimizi, yüreğimizi meşul eden sorunların bunaltıcı etkisinden sıyrılmayı becerebilirsek fark edebileceğimiz bir felsefedir bu. Sonuçta doğa yasaları herkes için, bütün canlılar için işlemeye devam ediyor; insani duyarlılık ve değerlere göre kendini var edebilmenin vicdanlarımızdaki karşılığı ile güdümlenmiş istek ve alışkanlıklarımızın bizi nereye sürüklediğinin muhasebesi arasındaki ayrım, bizim insani varoluşumuzun ölçü ve düzeyini açığa çıkartır. Bu muhasebeyi bazen, hatta sıklıkla yapmak gerek.
 
***
Munzur Barış ve Kültür Günleri vesilesiyle bu ara sıklıkla kışın da Dersim’e geldim. İdealize ediyor değilim; dejenerasyon, Dersim’in de düşündürücü boyutlarda yaşanan bir gerçeği. Ama etkinlikler vesilesiyle bana hakim olan duygu, buralarda her şey gerçek, sahici; ama öğütücü metropollerin karmaşasında her şey sahte ve içtenlikten uzak oldu. Kış da dahil. “Küresel ısınma”nın doğa üzerindeki tahribatları, kışın kışa yazın yaza benzediği zamanları, öyle görünüyor ki bir “nostalji” konusu haline getirecek. Ama ne üzel ki Dersim’de hala kar yağıyor, havalar soğuk, kar-kış yolları kapatıyor… Tabii ki bunlar, insanlarımızın gündelik yaşamlarını zora soktukları için “güzel” değil; ama doğanın kanunlarının işlemeye devam etmesi açısından bakmak lazım meseleye. Nitekim karın geç ve her senekinden az yağması, Dersim’de endişe ve tereddüt yaratmıştı, “ne oluyor bu havalara” diye.
 
Doğayla, onun zorluklarıyla beraber barışık yaşamak, Ovacık demektir biraz, Hozat, Mazgirt demektir… O üzelim doğanın kış zamanlarının da kendine özü bir üzelliği var. Ve güzellik, ancak ve sadece onunla birlik ve barışık yaşıyor olmanın izemine varmakla bulur anlamını.
 
***
Eski, teneke bir odun sobamız vardı, dışarıda kar-kış-kıyamet iken. Kar topu oynamaktan dönmüş olurduk ve sobamız nar gibi kızarmış olurdu. Sobanın kıyısında mayışmış halde yatan bir kedimiz, mindere kurulmuş ajans haberlerine kulak kabartan babamız, bizi doyurmak için yemek hazırlayan anamız… Sobamızın borusundan dumanlar tüterdi ve o zamanlar “soba borusundan tüten duman” nedeniyle henüz kimseler zehirlenip ölmezdi.
 
***
Zihnimdeki kış fotoğraflarından bir diğeri, mahpusluk zamanlarıma dairdir. Soğuk ve karın da dayatma ve baskıların bir aracı haline getirilmesini o zamanlarımda yaşadım. Tek tip elbise giymeyi kabul etmeyen bir avuç siyasi mahpu idik ve bizleri mahkemeye ötürürken ve mahkeme dönüşlerinde, normal koşullarda çıkarılmadığımız havalandırmada bekletirlerdi saatlerce. Kar yağardı üstümüze. Soğuktu. Üşürdük. İç çamaşırlarımız vardı sadece üzerimizde, yarı çıplaktık yani. Ama insan olmanın onuruydu savunduğumuz ve bizi tir tir titrerken ısıtan da buydu. “İçeride” hiçbir zaman ısınmadık, daha sonraki zamanlarda da. “Kaloriferler yanmıyor” hep bir sorundu. Sıcak, bir özlem konusuydu, başka birçok konuda olduğu gibi. Sıcak, hala bir özlem benim için. Ve sıcak, ancak yürek sıcaklığında buluyor anlam ve değerini; başka türlü sıcaklar değil özlediğim…
 
***
Munzur Barış ve Kültür Günleri adı altında bir kış etkinliği düzenlemiş olmak, yaşamımın beni ısıtan en güzel zamanlarından biri oldu. Bu etkinliğin planlandığı konuşmalarımızda söylediğim, kışın memleketimize gitmiş olmanın moral zenginliğini yaşamak gerek, öncelikle önemli olan bu. Bu, sadece insanlarımız açısından değil, ondan da önce, öncelikle bizim için gerekliydi, önemliydi. Değil miydi ki “Dersimli” olmak iddiasındaydık, Dersim’de kışın da süren bir hayat vardı. Gidip orada üşümeliydik, yollarda kalmalıydık, çığ tehlikesi yaşamalıydık. İnsanlığımızı bu vesileyle bir kez daha bilince çıkarmanın hazzına varmalıydık.
 
İnsanlarımız bizi bağırlarına bastı, teşekkürler etti, minnet duygularını dile getirdi alicenaplık gösterdi… Ama asıl minnet duyması gereken bizlerdik elbette; büyük şehirlerin karmaşasında, sahteliklerinde yitirdiğimiz değerleri bizlere anımsattığı, yaşattığı için… Ve bu duyguyu her nerede yaşıyorsak beraberimizde götürmemiz, taşımamız ve yaşatmamız gerektiğini bizlere bir kez daha hatırlattığı için. Çünkü o duygu, insanlığımızın özetidir. Anlayana…

 
        

 

 

 

myspace graphics

**** Ad: Yaoti ***




 
   
 
***

 

****
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol